2 Eylül 2013 Pazartesi

Blog 16 / Avrupa Avrupa

 Bu yazıyı arka arkaya yaptığım Viyana, Budapeşte, Bratislava ve Prag seyahatlerine istinaden yazıyorum.
 Avrupa'yı sevmek; yanlış sevgiliyi doğru aşkla sevmek gibi...


 Nasıl mı?
 Anlatayım;

 Viyana havaalanından kalacağımız yere, toplu taşıma kullanarak yaptığım yaklaşık yirmi kilometrelik yolculukta, hepitopu yüz metre valiz taşıdım. Sırasıyla tren, metro ve tramvay kullandığım bu yolculukta hiç karbon salmadım. İsteseydim tüm bu araçlara bisikletimle de binebilirdim. Günlük yaşamında aktif olarak bisiklet kullanan biri için çok önemli bir detay. Bu uygarlık ve ihtişamı, ulaşım dışında; barınma, beslenme ve sağlık gibi konularda da görmek mümkün.

Ancak enteresan bir durum var ki; tüm sosyal ilişkilerinde manevi değerleri üstün tutan insanlar için tam bir felaket...

Avrupa'ya ayak bastıktan yalnızca günler sonra, bu cazibenin arkasındaki samimiyetsizliği, şaşkınlıkla farkediyorsunuz.

Herkesin kurallara sıkı sıkıya uyduğu/uymak zorunda kaldığı; uymayanların, hiç de makul sayılamayacak cezalarla cezalandırıldığı ''düzen'' güdümlü şehirler, manevi düsturla yetişmiş insanlarda derin bir yalnızlık hissi uyandırıyor. Dünyanın en ileri sağlık hizmeti veriliyor, ama hasta olmaktan korkuyorsunuz...

Benim için hizmet veren her şey, lanet bir samimiyetsizliğe sahipti.

Yaşadığı topluma, şehre ya da ülkeye karşı taşımanız gereken sorumluluk duygusunu kaybettiğiniz anda, hatırlatan bir mekanizma, anında yanınızda bitiveriyor. Düzen koyucular, yalnızca o düzene ne kadar sadık kaldığınızla ilgileniyor, ahlaki altyapınızla değil. Uyuşturucu kullanmanız, sokaklarda sevişmeniz veya vagonlara işemeniz, kimseyi pek de ilgilendirmiyor. Bu ahlaki eksiklik kendisini öyle bir hissettiriyor ki, hemen hemen tamamı bisiklet yolları ile örülmüş bu şehirlerde bisiklete binenler, yanlarında bilek kalınlığında bisiklet kilidi taşıyorlar.

Benim açımdan; görülen ışıltılı, hissedilen hayal kırıklığıydı.

Haydi şimdi biraz yürüyelim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder